16 Aralık 2009 Çarşamba

İte Kaka

kemiğe mahkum ite sor
sokağın ayazını sen
ben görmesem sen görmesen
bu ite kaka hayat zor


Kamil Yastı
15.12.2009

YAVAN

düşüyorum, saçaklardan bir yağmur damlası...
bilirim beklemiyor beni toprağın hası


soğuk... bezgin... beklenmedik...
sır gibi tehditkâr...
sinir uçlarında gedik;
bir o kadar inkâr...

ama düştüm, yalan değil
efendi bir gündü
bulutlar yavan göründü


Kamil YASTI
16.12.2009

11 Aralık 2009 Cuma

Kestirmeden Ölüm


bana git deseydi biri,
giderdim
bu yağmur damlaları dağdan iri...

her gün kendimi yerdim
sektirmeden
bir gün azalsa sızım, vazgeçerdim...

ölünmüyor öyle, kestirmeden...


Kamil Yastı
11.12.2009

10 Aralık 2009 Perşembe

Çay Buharı

Bir sakız yapıştırıldı bir duvara. Kimsenin aklı kimin eline yapışacağını hesap etmiyor onun. Duvar herkesin beraber... El herkesin kendi... Akıl... Kimde var kim de yok, değil belli!

Gece dört duvar arasına giriyor herkes. Her evi olanın gerçekten var mı acaba, yatacak yeri?

Sokak lambalarını söndürmesinler. Sarhoşları var şehrin, şairleri var. Hangileri azdan çok çekmiş, kim bilir? Karanlığın gözle görülebilirliğini hak ediyor onlar. Ayıklığı ayıplarını örtmeyenlere gerek kör karanlık.

Kâh sever kendini, kâh kendine söver insan. Biliriz ki, en çok ezdiğimiz yine kendimiziz. Kendi ayakları altına en iyi kendi alır kendini insan...

Hani altı kapatılan çay nasıl sayarsa son buharlarını, öyle tüketiyoruz yarını...

Güya!

ne var ki hepsi bir rüya değil!
değil bir rüya...
ve ben güya
yanaklarıma, soğuk su gibi seni...
yok, yok!
değil bu hikayenin beni çarpan yönü
yeni...

...

hiç sesim çıkmıyordu
nereden emekledi, yürüdü kuşku...

Bırakma Beni, İnsanlar Kötü...




Bugün yıkığım biliyor musun..?
Ezginim, çaresizim, umutsuzum...
Bırakma beni, insanlar kötü...
Bırakma beni korkuyorum....


bir günceye sığmayacak (h)iç kırıklarım... bu yaşayanlar insan, kıran, döken, ezen... karıncalar, çekilin yoldan!

Bir deli otlar büyüyor içimde...
Sancılıyım, yorgunum, kederliyim...
Bu halini sevdim gitme kal...
Çamurlar çirkefler içindeyim...
Bırakma beni, insanlar kötü...
Bırakma beni korkuyorum....



susuz kaldım...ve uykusuz... "güneşin gözü"ne ve senin dizine ihtiyacım var.. öğle sıcağında çok çalışıp sırılsıklam olmamı bekliyor tarlalar... bekle, bu bataklıkta kurumadan sazlar, terleyeceğim...

Bir dayak yemiş adamım şimdi...
Bezginim, kararsızım, yılgınım...
Al götür beni o kayıp gecelere...
Yeter ikimize yalnızlığım...
Bırakma beni insanlar kötü...
Bırakma beni korkuyorum...

şimdi ne kadar dövünsem boş!.. hayallerim mosmor, elim ayağım sarhoş... ne yukarı tükürebilirim, ne dizlerimin kanını silebilir... kolay/kolay uyumam, düşlerime gel hele bir!...



30.06.2008

29 Ekim 2009 Perşembe

Asıldığı Yerde Unutuldu Yüzler

İletişim çağı susarak anlaşmayı da öldürmüş...
Asıldığı yerde unuttuk, yüzümüzü en son kim güldürmüş...


Dündü, "Hayat güzel be çocuk!" dediğim. "Acı tatlı her şeyiyle..."
Ama zaman da bu kadar çok şey almasaydı be çocuk, elimizden. Her şeyi kelimelere dökmek gerekmeseydi çok eski zamanlarda gerekmediği gibi. Bakışlar emekli edilmeseydi be çocuk! Gölgeli gözler...

İçimizi okuyan insanlar olsaydı yine yanımızda... Biz öyle olsaydık...

Bunca araç bolluğunda yarım kalıyor iletişimimiz be çocuk!
Bakışlarım açıkta kaldı; hayat ne soğuk be çocuk, ne soğuk!..

11 Ekim 2009 Pazar

Allâme Pirana

kim akıllı, kim deli...
kim normal, kim tuhaf...
iyi biliyoruz di mi? kolayca...

herkesin -yüzde yüz eminim- hasta gördüğü birinin kalemine şahitim.
yanında mağara adamından cahilsiniz...
tüm sığlığınızla sadece siz asilsiniz (!)...

harikulade aptallığınızla bu allâme piranalar sizin eseriniz... ama içleri içlerini kemirirken gedikleşen hepimiziz...

yok, yok...
bu "manyak" (!) nesil adamlığınıza (!) tekmeyi basacak...

4 Ekim 2009 Pazar

Ayakkabı Bağı Kimi Bağlar?

Korkaklığın hakkını teslim etmek gerek!
Nedir korkaklığın hakkı? Korumacılık kurbanlığı...

Çocuk hiçbir şeye el sürmez. Mikrop kapar belki. Arkadaşıyla tartışmaz, burnu falan kanayabilir işin sonunda. Ayakkabısını bağlayamaz, önlüğünü ilikleyemez, fermuarını çekemez... Burnunu çekebilir; ama sümküremez kendi başına. Otobüse falan da binemez, binse de doğru durakta inemez...

Banka kuyruğunda sıra kurbanı olan, devlet dairesinde evrak perişanlığı yaşayan, kendine ayakbağı olan otlakçı arkadaştan (!) kurtulamayan, her ensesi kalın karşısında ceketini iliklemeye çalışan ve bunu beceremeyen, otobüsün arka kısımlarında iğneye bile yer yokken sağlı sollu ilerlemelere ses çıkaramayan...
Bu insanlar dünyamızı hep birlikte ziyarete gelmiş uzaylı turistler değil!
Dünün küçükleri... Küçük kalanları...

Ayakkabı, insanın yere sağlam basmasını sağlar. Onun bağı başkasının eline teslim edilemez.
Bugün fermuarını çekemeyen, hayat boyu çok kahır çeker...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Mükemmel Olmadan Ölme!

"Kendinizi tanıyın!" Bu, bir emirdir.
Emri veren de kişisel gelişim uzmanları.

Mükemmel ol, sonra da öl! Yukardaki emrin ihtiva ettiği anlam buna varıyor.

Bazı şeyler ulaşılmak istenen hedeflerdir: Şampiyon olmak, rekor kırmak, derece yapmak... Mutluluk, huzur, (geniş anlamda) başarı... bunlardan değildir. Kendini tanımak da...

İnsan, hayatın her anında ya mutludur ya mutsuz; ya huzurludur ya huzursuz... Birtakım şartları yerine getirip gerekli yerlere belgeler teslim ederek, gayri ilelebet mutlu, huzurlu olma garantisi alma gibi bir şey söz konusu olabilir mi?

Kendini tanımak da bir süreçtir. Belli bir yaş haddi veya bilgi birikimi kendini tanıma eşiği olarak sabitlenebilir değil ki, o eşiği atlayınca kendine dair başkaca keşiflere kapılar kapanmış olsun.

Hayatın anlamı, insanı hayatta tutan şeydir. İnsan, doğduğu andan itibaren tanıştığı her şeyle kendini tanır, kendini tanıdıkça etrafındakileri doğru tanımlar, yorumlar.

Bilmekten vazgeçtiği ölçüde kendine attığı adımları kısmıştır. İnsan da bir kuyudur, kendini kazdıkça derinleşir; kendini terk ettikçe körleşir, sığlaşır...

Bilmekten vazgeçen insan, kendini tanıdığına kani olmuştur. Ama Oscar Wilde'ın da dediği gibi "Yalnızca sığ olanlar, kendini tanıyabilir."

2 Ekim 2009 Cuma

İyimserlik Parıltısı




bardağın dolu tarafını görüyorum bu günlerde. iyi oluyor.
hayat, insanı daha az yoruyor...

güleryüzlü günleri çoğaltmalı...
insan, kuş misalı...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Ellerini Öper Yalnızlık




parmaklarımız kadardır, akşam eve taşıdığımız kirleri hayatın. musluk suyuyla yıkıyoruz ellerimizi, ne kadar emin olabiliriz ki arındığımızdan...

...

dur, diyebilmeli bazen ellerini öpen işlere. bir büyük nefes alabilmeli, yeniden soluksuzca yaşamak için. alıp başını gitmeli ki bir ara, başından aşkın işine dönebilesin...

...

evler... yalnızlığa sokulmak için var. dışarda, hayat pek dar...

27 Eylül 2009 Pazar

Cazibesi İrkilsin!

hayat, hep işleri yoluna koymaya çalışmakla mı geçecek? hani su akar, yolunu bulurdu...
yeşermek için, yerini beğenmesini bekliyorum ümitlerimin? tünelin ucunda da olsa bir ışık görmeli değil mi?

yaşananlara yorum getirmek yoruyor her gün. dolu poşetler olsa boş verirdim, elimde... düşünce müptelasına umar olsa, umrunda m'olurdu dünya...

ağlamak, aradan uzun zaman geçince, çekici gelebilir. gözlerini sıksan iki damla çıkar çıkmaz... yine de damlaya damlaya göl olur... hele bekle, cazibesi irkilsin...

26 Eylül 2009 Cumartesi

Dişe Dokunur Huzur...

ne kadar sürer bir sürûr? kısa vadede dişe dokunur huzur...
bazı sabırsızsındır, bazı parlayacak alevsin; rüzgar seni bulur...

24 Eylül 2009 Perşembe

Al Suçlarını

yüzüne düşen kakülünü kaldır
saçların örter sanma suçlarını
yanakları masumun daha aldır
sensin ele veren avuçlarını


Kamil Yastı

Körün Merceği



neden beni görmüyorsun, gör
uyutmuyor merceğini kör...


hikaye yazamam. sanırım yazamam. denemediğim bir çok şey gibi duruyor işte bu da. insanların başına tuhaf şeyler gelsin istemem. esas oğlanlar ve esas kızlar uslu durmuyorlar hayatta...
sonra... ak saçlı kelimelerim var; ikide bir kadraja girer, ihtiyarlatırlar kârîleri...

sıkıcı be bu hayat! yani el'an yaşanan...
sabah ve akşam ev yolunu değiştirerek örseliyoruz işte yeknesaklığını. ne büyüksün mevlam! almıyorsun nabzını elinden, görür görmez serserinin savsaklığını...

son ele kalmadan, son kale düşmeden...
derbederliğin kevrasını sav...
tevbe toprağı sen cansız düşmeden, tav...

22 Eylül 2009 Salı

Yine de


Yine de...

görüyorum
yüzümde bir çocuk ölüyor
her gün,
yanaklarım kızarmıyor çoktandır.

yine de
her nefes alışımda
yeniliyorsam yaşadığım zamana
içimde diri kalan çocuktandır.

Bir Yalanı Yaşamak...

birkaç yeri aradım, ulaşamadım. tekrar aramaya hevesim yok! ulaştım; ulaştım, ulaşamadım...

bir yere kadar gidip gelmek kolay da... bir kere gitmek zor. bir kere, gitmek çok zor! her ne kadar ayrı yazılsa da terk etmek, bazı şeyler suyla ekmek...

kendimi oyalayacağım bundan sonra. ne de olsa "mal da yalan, mülk de"... iyi bildiğim her şey yalan...
dilerim iyi bilir beni yargılayacak olan...
...

Deliler Devam Edebilir...

...

Bayram da bitiyor...
Akıldânelere...

Bir dem gülüşüp, iki lokma bölüştüğümüz...
Akşamlarda kızıl saçlı kızların aykırılığı...
İskelelere ben bırakmadım ayrılığı...

Bulutlu günler de bulutsuz günler gibi!
Geçer...
Ne eksik, ne fazla...
Bir hikayesi olsaydı,
Belki...
Islanmaya değer...

...

28 Nisan 2009 Salı

Değersizseniz Değersizsiniz!!!

Konuşma isteğimi yitirdim son günlerde. Kurmak istediğim tek cümle "insanları sevmiyorum"... İnsanlar, insanları anlamaz. Ben de olsam dudak bükerdim kendime, biraz da kızardım. Evet, yaşadıkları besliyor insanın önyargılarını... Güllük gülistanlık seyreden hayatta iç karartıcı fikirlere ben de kapılmazdım. Şartlar olgunlatığı zaman her insan mazoşist olabilir...

İnsanlar değerlerini kendileri kazanmıyor çoğu zaman. İyi niyetli diğerlerine borçluyuz, eğer varsa gerçekten, saygıyı... Ve şartlar olgunlaştığında iyi niyetli diğerleri yaşlandığını hissediyor. Bilirsiniz, ihtiyarlar huysuzdıur...

Birikimlerimi iyi niyetlerime borçluyum. Bilmiyorum kime ödeteceğim...

20 Nisan 2009 Pazartesi

Canlı Canlı Susuyorum...

bir baharı böyle huzursuz karşıladığımı hatırlamıyorum. renksiz, kokusuz, mat, sığ, ham; yaşanıp giden her şey...
sokaklar kalabalık, herkeste yunmuş yıkanmış heyecanlar...
olanca canlılığın ortasında susuyorum...

17 Nisan 2009 Cuma

Son Semere...

korularmış uğuldayan, kulaklarım değil
yanıldım...
ne yaman yıkıldım,
köklerim göklerde...
bir gün bir baltaya sap olamazsa
sırıtmaz dallarım semerde...

8 Nisan 2009 Çarşamba

Kırpılan Mâhım

bir gece bitti düşüm aniden
aniden, sahiden, sahilden...


Şu gıdım gıdım azalan aya baksam
Soluklaşır, sana dair ümitlerim
Yaklaşan ayrılığı fısıldar akşam
Issız kumları sararken gelgitlerim

Nehre düşen akisleriyle hayalin
Yanıp yanıp söner ruhumda visalin
Sonra dokunur saçlarıma muhalin
Seher yellerinde beyhude beklerim...


Kamil Yastı
GÖKSU 2004

1 Nisan 2009 Çarşamba

Alışırım Alışmaya...

alışmaya çalışıyorum, alışmaya...

bir gün, o bakıp durduğun yerde durmuyor o
bildiğin bütün coğrafyalarda kayboluyorsun...
varlığın kuş kadar
yokluğu ne kadar ağır!
şirazeni kaybediyorsun...
dağılıyorsun...
n'aparsın,
her alışkanlık zaman alır...

24 Mart 2009 Salı

Smaç Elimde Patladı

Sağ elimin ayası yırtıldı biraz, sol elimin parmak içleri zedelenirken...
Bir şovun peşinde potaya uzanırken gerçekleşti bunlar. Bari smaç olsaydı... Potanın demir çemberi iki elimde kalakaldı sadece...

Bizim basket sahasının ilk vukuatı değil bu! Daha önce gözlük camlarıma göz koymuştu saha... Sonra bir de, ikili mücadelede (genelde futbol terimidir ya, neyse) serçe parmağımın yamulmasına göz yummuştu.

Zaten sahanın yapılması da olaylı geçmişti. Zemini dökenlerle kavga etmiştik. Adamlar kazıklamıştı bizi. Giderken ayrıca tembihlemişler herhalde...

Bir Yokmuş Sevmek...

Deme,
Gözlere ilişmeyen bakışla sevmek
Bana mı reva...
Dışına yaşam geçirilmemiş aşk,
Elleri değil,
Gönülleri tutuşturur evvela...

23 Mart 2009 Pazartesi

Bana Yalan Söyledim

Uzun bir gündü...
Ara sokaklardan sahile yürüdüm... Saatin pimi düşmüştü, epey oldu, giderken bir dükkana sordum. Biraz ilerde, aşağıda saatçiler olduğunu söyledi. Bana yalan söyledi...

Deniz otobüsü pek kalabalık değildi. Aldığım gazeteyi okuyayım dedim, göz gezdirdim biraz... Elimde çok tutamadım, her zaman olduğu gibi başım döndü yazılara bakınca... Vaz geçtim. Sabah haberlerini ve hava durumunu sundu televizyon. Bir genç adam yerinden erken kalktı. Manevra esnasında oturmalıydı oysa, anans söyledi... Kime söyledi...

Balonu geçtim. Yürüdüm... Ayakkabımın çamur olduğunu gördüm. Silmek gerek... Bir dolmuşa binip gidecektim. O kadar otobüs vardı ki, varmadan minübüse... Vaz geçecektim...

Sahile inen ana caddeye dönmeden anlaşıldı trafiğin tıkandığı... Normaldi bu şehirde... Elli yüz metre ilerde bir araç yanlış parketmiştir, onu geçince yol açılırdı...
Açılmadı...
Zaman ilerliyor, trafik ilerlemiyor... Dur-kalk, dur-kalk... Acaba ne yapsak, ne yapsak... Beni yavaş yavaş asabiyet bürümeye başladı... Ha bitti ha bitecek derken, tıkanıklığın mahalli gözüktü. Polisi, kameraları görünce inmeye karar verdim:
Bu otobüs oradan zor geçerdi. İndim...
Kuyumcu soyulmuş... Ve silah sesleri, sabahın ilk ışıklarıyla...
Sabah saat kaçta oluyor orada merak ettim...


Herkesin beni beklediğini sanıyordum; ama ilginçtir, son gelen olmadım...
Sonra geldiler...
Yürüdük...
Annemi arayacaktım, aradımda... Telefon çaldı, annem "Alo!" dedi...
-Alo, Anneee! Ben Aysel! Aysel...
-(Annem) Alooo, kiimmm!..
-(Ben) ...
N'oluyor ya!!?? Benim ablam yok!!!
Telefonu kapadım...
Tekrar aradım. Aysel uysalmış. Bizi başbaşa bıraktı...

Yokuşu çıktık, merdivenleri çıktık... Beyaz binadan içeri girdik. Pencere kenarını kaptım. (Özellikle çalışmadım ama... Valla...) Kahvaltıda az şey vardı (başkasının yalancısıyım), çok laf...
Hani ben bugün uysal olacaktım...
Susacaktım...

Yuvalarından fırlamış gözler gibi sözlerim...
Her şeyi de bilme be adam!
Ukala!..
Sıkıysa, ruhunu ordan oraya savuran fırtınaları yakala...

Sonra zaman uzadı...
Birkaç saat daha geçti ömürden.
Ah bir de yazmak zor olmasaydı, istenildiği zaman, şöyle gönülden...


Parti gönüllüleri broşür dağıtıyordu
Meydanda akşam kalabalığı...
Beni bir bilinmez hüzün...
Yarı karanlıktı
İnsanların arasından geçtim
Ah bir de ruhum kızarmasaydı
Yeşilden geçtim...


20 Mart 2009 Cuma

Zaman Alıyor Nefes Almak

ola da çıksa lambadan bir cin
dese, var üç dilek hakkın
saymayı beceremem...

ellerim temiz mi, kirli mi
az mı, çok mu çektiğim ceremem...
bilemedim, bilemem elhak...

tüm zamanımı alıyor nefes almak...


Kamil Yastı
21.03.2009

19 Mart 2009 Perşembe

Anlaşamıyorum Zamanla

Resimler...Hayaller...Paramparça...
Senin de gözlerin uzaklara öylece
Dalmıyor mu hiç, söyle...


Sevemedim be bu zamanı... Anlaşamıyoruz yani, sen anla! Ya içini dolduramadım, ya dar geldi bana; zor benim için...

Yok, öyle pencere önlerinde oturup gün ortasında birdenbire yağıveren karla efkarlanmayacağım... Hiçbir şey gerçek kadar gerçek değil! Hayallerimi kapı önüne bıraksam, alıp giden olmaz... Sokak kedilerini de ürkütür, korkarım... Bir parça ekmek kırıntısı değil!.. Bir yığın hayalkırıklığı...

Anlatamıyorum evet, en anlaşılır haliyle... Ama anla, anlaşamıyorum zamanla...

14 Mart 2009 Cumartesi

Gemsiz...

Herkes gitti...

Ya da...
Hiç kimse yoktu zaten...

Gerçekle hayal
Güpegündüz karışıyor bazen...

***

Şımarık ağızla sayılan
Yedi cet midir, yedi cüce mi...

Herkes gitti,
Kim vuracak hezeyana gemi...


Kamil Yastı
14.03.2009

12 Mart 2009 Perşembe

Yok Bir Şey!

but then night becames the day and there's nothing left to say...
if there's nothing left to say, then something's wrong...


"Sonra gündüz geceye döndü ve söyleyecek bir şey kalmadı...
Söyleyecek bir şey kalmadıysa, bir şeyler yanlıştır..."

Çıtkırıldım / Çık Sıkıldım...

Yeterince iyi değildi her şey...
Neyin yettiğini bilir gibi...

İyi biri olmadığımı çok söylemeye başladım. "Bir gerçeği dillendirmekten daha gerçekçi şey, bir umudu gerçekleştirmek ama..." dendiğini duyar gibiyim.
İyi değilsen ol be adam!!!

Neden yağmur yağmıyor üstüme?..
Hayallerim çıtkırıldım...

Kapalı havalarda dışarı çıkmıyorum.
Bugünlerde hiç içimden çıkmıyorum...

Karanlıkta İğne...

Lokal hazlarla geçiyor yine zaman...
Abim gelmiş pazar akşamı, sekiz yıl sonra İstanbul'a..
Güzel bir pazartesi geçirmişiz sabahtan akşama. Bir günde bir sürü yeri gezmişiz dolaşmışız. Akşamları güzel yerlerde güzel yemekler yemişiz...

Salı sabahı:
Her şey aynı...
Standart işler...
Müzmin dertler...
Huzursuzluk...
Mutsuzluk...

Kayıp bir parçanın peşinde sürükleniyorum.
Hatırlama problemim var sanırım, neyi nerde düşürdüğümü...

6 Mart 2009 Cuma

Cepleri Kemiren Devler-1

Uzun bir araştırma sonucu meraklarımı gidermenin hazzıyla, bulgularımı paylaşayım dedim. O meraklardan biri olan "cep telefonu markalar sıralaması"nı gireyim ilk önce...


İşte 2008 itibariyle ilk 5 marka pazar payı sıralaması:

Nokia: 39.9 (Bugüne kadar en çok satan modelleri1200 ve 1208 imiş.)

Samsung: % 14.9

Motorola: % 9.2

LG: % 9.1

SonyEricsson: % 8


Kaynak: cnetturkiye




-1-

NOKİA



ÜLKE




İLK MODEL



( Nokia 1011, 1992)


2009 MODEL


(Nokia N97)



-2-

SAMSUNG





ÜLKE



( Güney Kore)



İLK MODEL


(Samsung SCH-100, 1996)



2009 MODEL



(Samsung Blue Earth)


(Samsung BeatDj ve Samsung BeatDisc)


(Samsung Tocco Ultra Edition)




-3-

MOTOROLA





ÜLKE




İLK MODEL


( Motorola DyncTac 8000X)



2009 MODEL


(Motorola SURF A3100)


( Motorola Renew W233)


( Motorola Tundra VA76r)



Gelecek yazı: LG ve Sonyericsson...

3 Mart 2009 Salı

Cebimize Giren Tarih...



(NOKIA N96)

Bugün öğrencilerle bilimsel gelişmeler ve icatları işliyoruz derste. Kağıttan matbaaya, fotoğraftan sinemaya, telgraftan cep telefonuna vs...
Cep telefonunu işlerken, internetten ilk cep telefonu ve görüşmesi hakkında da detaylı araştırmalar yaptık...

Cep telefonunun geçmişine inmişken ulaştığım bilgileri paylaşayım dedim...




1973 Nisan'ının 3'ü... Motorola "İletişim Sistemleri Bölümü" başkanı Martin Cooper, ilk taşınabilir telefon görüşmesini yapar , AT&T'nin Bell labaratuvarında aynı konu üzerinde çalışan biriyle... Bu tanıtımdan sonra 10 yıl süresince ürünün piyasa uyarlaması üzerine çalışır.



(Motorola DyncTac 8000X)



Ve nihayet 6 Mart 1983'te taşınabilir ilk telefon olan Motorola DyncTac piyasaya sürülür. Lcd ekransız, 800 gr ve 3.995 USD fiyatla...



(Martin Cooper DyncTac ile)


Amerika menşeli bu portatif telefon girişimi daha sonra Avrupa'ya kayar ve ilk GSM birliği (Groupe Speciale Mobile, 1982) kurulur. 1987'de 13 ülke tarafından GSM tabanlı hücresel ağların kullanımına dair şartnamenin imzalanmasıyla gerçek anlamda cep telefonuna (cellular phone, mobile phone) adım atılmış olur. Bu adım neticesinde ilk cep telefonu görüşmesi Finlandiya şirketi Nokia'nın 1011 modeli (ilk model) ile 1991 yılında yapılır.



(Nokia 1011)


1 yıl sonra İngiliz şirketi Vodafone ile Nokia arasında yapılan anlaşma ile birlikte iki ülke arasında telefon görüşmeleri başlar.

Yine 1992 yılında ilk SMS hizmeti de devreye girecektir...

Bundan sonrası, birkaç yıl içinde GSM ortaklığına giren ülkelerin 100'ü aşması, şebekelerin çoğalması, cep telefonu üreticilerinin artışı ve rekabet...



(Motorola MOTORO KRO E8)


Bugüne geldiğimizde dünyada 3 milyarı, Türkiye'de de 63 milyonu geçen abone sayısından bahsedebiliyoruz...



(Samsung OMNIA 1900)


Cep telefonu deyince elbette bahsedecek daha çok şey var: MMS, Wap, GPRS, HSPDA, EDGE, UMTS, Wireless, Bluetooth...



(Sony Ericsson G705)


Bunları ehline bırakıp, işin tarih kısmına el atmak "tarihçi"ye yakışan olsa gerek... Öyleyse diğer yazıda cep telefonu markalarının ilk modellerine gidelim. Bakalım neleri hatırlayacağız...


2 Mart 2009 Pazartesi

Tuhaf...

Çok kullandığım kelimelerden biridir "tuhaf"...
Hayatı ve insanları garipsemekten mutlu olma hali... Tabi, en çok kendi garipliğini kabul etmiş oluyorsun...

Hediyeler...
"Tuhaf" kelimesini sözlük anlamıyla olduğu gibi çevirirsek, karşımıza bu çıkar. "Tuhfe" hediye demek, tuhafiye" de hediyelik (şey) anlamına gelmekte...

İnsanların garip ve anlaşılmaz yanları bir hediyedir bizlere... Ve hediyelerin belirgin özelliği şaşırtıcı olması değil midir? Bir yerde tuhaflığı...




tuhaf bakışlarınla bak bana
garipse, el gibi...

alnıma dağılmış suçlarımla
tekin gözükmem gözlerine
hayal gibi...

Kamil Yastı
2008


28 Şubat 2009 Cumartesi

Yalnız Dağılım




yorgunum...
yaşadıklarımdan ve yaşamadıklarımdan...
bir ağustos günü açık havada, bir ağacın altında, hafif hafif eserken rüzgar...
uzanıp gün boyu uzun uzun...
belki uyurum...
belki her şeyi unuturum...

herkes dağılırken sabahları bir yerlere...
kimsenin yönelmediği tarafa yürümeliyim...
belki uzunca bir yol sonra adımlarım şehir dışına çıkar...
ne çıkar...
kimseden öğrenmiyor esmeyi rüzgar...
...


27 Şubat 2009 Cuma

Hükümet Affetse de Öğrenci İşleri Affetmez

Bugünlerde tek derdim aftan yararlanarak formasyon gailesini yoluna koymak... Ama bu pek de kolay olmayacak. Bizim üniversitede (1453 tevellütlü İstanbul Üniversitesi oluyor kendisi, övünmeye gelince söylenir) öğrenci işleri diye bir şey yoktur, bilenler bilir. Aslında vardır da bir nevi işkence yöntemi olarak istimal edilir kendileri...

Ben ki, bütün bürokratik işlerden nefret eden şahsiyet, bu 4 yıllık işkenceyi bir buçuk yıl daha uzatma niyetiyle "tezsiz yüksek lisans" tabir edilen formasyon eğitimi hakkını kazanıp 2005 güzünde "bismillah" demişim... İş hayatı çetin ve çetrefilli başlamış... Yer uzak, üniversitede ajan-öğrencim, kulağım-elim, tepe gözüm, telekulağım yok...

İlk dönem geçe geçe bir ders geçmişim...
Sonra bir bakmışım; iki güz, iki bahar geçmiş... Üçüncü güz başında işi sıkı tutayım demişim, o kadar sağlam yapışmışım ki, "elimde tuttuğum bu şey de ne!" diye kendime geldiğimde teslim tarihi geçmiş staj dosyası olduğunu anlamışım... Böylece son 100 için gong çaldığında ben ilk yüzde, abus bir yüzle kalakalmışım...

Ve... "Pes" demişim... O bahar en rahat bahar olmuş. -Dünyada iki öğrenci rahattır: Bir 5 alan, bir de 1...

Değişik planlar içine girmişken, yaz sonlarında kulağıma af hikayeleri çalınmaya başlamış... 2008'de olduğumuzu, sonraki yılın 2009 olduğunu ve Mart'ında seçim olduğunu o zaman düşünmediysem şimdi düşünüyorum... Her neyse siyasi taşlamayı bırakalım, buradan esaslı bir teşekkür yolluyorum sayın Hüseyin Çelik'e... Kpss'ye girdiğimde atamalarda görmek istiyorum sizi...


Şu işe bakın: Eylük 2005'te "tezsiz"e kabul edilmişim, hakkım Eylül 2008'de bitmiş... Ve Ekim 2008 tarihi de affın yürürlüğe girdiği gün... Hakkımı kaybettikten bir ay sonra "affettim lan seni"... Eyvallah!..

Ve bugün... Bugünü 28 Şubat sanan ben (güya haberleri takip ediyorum, hani hiç darbe hatıraları geçmedi bültenlerde...), son gün telaşesiyle eğitim fakültesi kapısına dayandım. Lakin görevli gelmiyor... gelmiyor... gelmiyor... Kapıdaki güvenliğe sordular: "Kuzu çevirme yiyormuş!" diye geyiğine yaptı bi de ya... Neyse benim öğrenci işleri işkencesi tarihçesini hatırlamam için epey bir süre doğru böylelikle... Tabi memure hanım hakkında yine bekleşen bayanların yürüttükleri faraziyeleri burada yazamayacağım, bloğuma yakışmaz...

Birazdan gelince küçükçe bir kıyameti kopardı o bayanlardan biri zaten. Memure de pişkin, insan bi özür diler geç kaldığı için... Üstelik diğer eleman (kusura bakmasınlar, bu kelimeyi seçmemi hak ettiler) doğum iznine çıkmış... Doğuran o değil, belirteyim; eleman erkek...

Benim kavgaya zamanım olmadığı için (ikindi dersim vardı, geri dönmem lazım...) onları öyle bırakıp, doldurulacak belgeleri aldım, enstitüye gittim. İkinci raund burda başlıyor: Aftan gelmişim, gelmişim; ama bizim zamanımızdaki derslerle listedeki derslerin çoğu değişik. "Tezsiz"i bir yıla indirmişler; dolayısıyla bir çok ders değişmiş falan...

Soruyorum, anladığı yok; "Eğitim"e sor diyor... Tekrar memure-yi mezkureye geldim... Başı kalabalık değil; ama kabalığı hâlâ üstünde. Yine de bir zahmet anlattırdım, bi şeyler diyor anlamıyorum... Dedim bununla bir de ben mi kavga edeceğim şimdi:

- Sen burda yazanları al, listede gözükmeyen dersler açılırsa onların da sınavına girersin, ya da dersine işte, her neyse... Biz asarız ilan panosuna, bakarsın...

- (Ne zaman? Her gün fakültenin etrafında mı dolaşacağım ben, işi gücü bırakıp...) Peki bunların açılıp açılmayacağı neye göre belli oluyor? Bakın, ben afla geliyorum, bir sene şansım var... Bu baharda açılmazsa, öbür baharı göremiyorum...

- (Nihayet!) Merak etmeyin, ya derslerin denkliği sağlanır, ya da sınavları açılır... Sizi sene sonunda mezun edeceğiz...

- (Yok ya!) Peki, sağolun...

Son ifadesiyle orayı terk etmek için gönül rahatlığından bir gıdım da olsa tadabildim. Hadi bakalım, size güvenmiyorum ya...

E artık, ilan panolarınızın sıkı müdavimi olduk!..





Kocaeli Üniversitesi öğrenci işlerinde de durum pek farklı değilmiş!!!


Oradour-sur-Glane (Hayalet Şehrin Hikayesi)



Oradour-sur-Glane'da tarihin donduğu an... Harabeler ve bir araba...



Fransa’nın Oradour-sur-Glane kasabası, kolay dile getirilemeyen bir dehşete sahne olmuş.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Silahlı SS Örgütü’ne mensup Alman askerlerinin, başkaldırdıkları için 642 kişiyi öldürdüğü kasaba, bu korkunç olayı aslında bir “hata” sonucunda yaşamış.

Yakındaki Oradour-sur-Vayres Bölgesi’ni hedefleyen fakat yanlışlıkla kasabayı işgal eden askerlerin herkesi öldürdükten sonra yakıp yıktığı ve savaştan sonra katliamın gerçekleştiği bölgeden uzakta tekrar inşa edilen Oradour-sur-Glane, bugün 2.025 nüfuslu bir yerel yönetim.

Eski köy ise ölenlerin anısına olduğu gibi korunuyor. Sahipleri bulundukları binada yanarken duran ve tam o anı gösteren kol saatleri, evler yanarken aşırı sıcaktan eriyen cam ve çeşitli malzemelerden yapılmış eşyalar ile paralar da sergilenenler arasında...



Kaynak: http://www.arkitera.com/news.php?action=displayNewsItem&ID=33189

Hayalet şehre ait site: http://oradoursurglane.free.fr/

26 Şubat 2009 Perşembe

Angel Şelalesi (Dünyanın En Uzun Şelalesi)



Dünyanın en uzun şelalesi... İsterseniz en büyük deyin...



Venezuela'nın Canaima Ulusal Park'ında bulunuyor. Burası üç milyon hektarlık alanıyla dünyanın en büyük doğal parkıymış. Buranın karakteristik özelliği tepui denilen "masa-tepe" olarak isimlendirilebilecek olan coğrafi yapılar. Ve Angel Şelalesi de bu tipik özelliği barındırmakta...



Şelale, "Angel Falls”, “Churun Meru”, “Angel Salto” gibi adlarla biliniyor. Ama Angel ismini alışının özel bir hikayesi var:



Missoirili Jimmy Angel adında biri değerli taşlar ararken bu şelaleyle karşılaşır. Olağanüstü tabii güzelliğe hayran olur ve ailesi ve arkadaşlarıyla bu güzelliği paylaşmak için kullandığı uçakla tekrar buraya gelir. Ancak uçak, yerlilerin Şeytan Kanyonu dedikleri Auyan Tepesi'ne düşer.



11 gün süren mücadeleleri sonucunda bir kasabaya inmeyi başarırlar. Uçak ise 33 gün sonra tepeden kaldırılıp Maracay’daki Aviation Müzesi'nde sergilenir. Venezuela'da efsane haline gelen Jimmy Angel'ın adı da böylece şelaleyle birlikte ölümsüzleşir... Ayrıca onların bu yaşam savaşının hatırası olarak da uçağın maketi tepeye yerleştirilir...


Göz Göre Göre Yine Son Güne...




Tatil günüme uykuyu uzatarak başladım. Üşene üşene kalktıktan sonra dün vermiş olduğum gözlüğümü almak için Eminönü'ne gittim.
Hava epey sert...rüzgarlı ve soğuk... Arada inceden kar serpiştiriyor...
SGK'ya sağlık hizmetleri için başvurup açılış yaptırmadığım için, reçeteyi kendi cebimden ödedim tabi. 40 TL civarında bir gözlük katkısı var sigortanın. Acele gerekmese giriş yapılmasını bekleyebilirdim; ama gözlüksüz yapamayacağım için sigorta indirimini ıskalamayı göze aldım. Sağolsun Süleyman Bey 40 TL'yi saklı tutacak, sağlık girişi tamam olunca o meblağı güneş gözlüğü indiriminde kullanabileceğim...
Pek bir nekes durmuyorumdur umarım oradan... Haklarımı değerlendiriyorum sadece yaf...

Gözlük meselesini hallettikten sonra afla gelen Tezsiz (yüksek lisans)'e devam kaydını yaptırayım dedim de... Kravatlı bir tek resmimi bulamadım yanımda. Yine son güne kalıyorsun diye kendime epey çemkirdim içimden; ama soğuğu gözüm kesmedi, geri döneyim dedim...
Dönüşte bari kayıt ücretini yatırayım da, işin ucundan biraz kırpayım dedim... Bindim otobüse, siteye yakın yerde inip bankaya yöneldim... Garanti'ye parayı yatırdım. Çıktım... Otobüs bekliyorum tekrar... Gelmiyor da gelmiyor... Bir sürü araba gidiyor siteye, biri de "gel, götüreyim" demiyor... Hava sert...soğuk... esiyor...serpiyor...


Canım sıkıldı, bankanın altında BİM var, girdim markete... Bi sürü yiyecek şey aldım, kafayı bozdum... Akşam cimbom da yenerse, hepsini afiyetle götürürüm... Yoksa kursağımda kalacak... Her neyse elimde yükler, yine çıktım dışarı... Baktım yine bekleyeceğim, zaten az önce bi otobüs durmamış, delirtmiş beni, baktım ticari taksi geliyor, boş... Atladım, hadi bakalım bugün bonkör gündeyiz... 5 dk. da geldim haneye...

Uzun planlı kısa günün hikayesi böylece dışarda bitmiş oldu... İç dünyamız da bizde kalsın demi?..

23 Şubat 2009 Pazartesi

Güya...




Güya...
Kar yağacaktı...
Gün boyu yufkaya un serpiştirir gibi yaptı durdu...
Hiç inandırıcı değil!..

Güya...
Radikal kararlar alınacaktı Gs'de...
Öğleye doğru Skibbe gitti, "Efsane Kaptan" Florya'nın "patron"u oldu...
Hiç inandırıcı değil!..

Benim için "bugün" bitmiştir...
Yarına Allah kerim...
Adnanlara da Bülent "Korkmaz" derim...


Karikatür hakkında:
Güya dedim, bu denk geldi... İyi denk geldi... :)

Florya'nın Yeni Patronu Efsane Kaptan...



Hadi hayırlısı!
Galatasaray'a bir UEFA kupası daha gelir mi dersin yine seninle!..
Dilerim seni de harcamazlar ve bir başka efsane kadroda patron olarak bulunursun...



Akşamüstü dipnot:
Ve Bülent Korkmaz ilk antremanına çıktı...

Zam Yerine Kar Yağsaydı... He?



İstanbul'a kar ne zaman yağacak yahu? Sibirya üzerinden gelen soğuklar getirmedi hadi, Balkanlar'dan gelen soğuk ve yağışlı havaya ne oldu? Tamam insanlar yollarda kalsın istemiyorum ama; kardanadam bir masal kahramanı olacak böyle giderse...


Yani şöyle üç gün, beş gün, bir hafta (hadi o kadar abartmayalım) tatil olsa... Çocukları sevindirmek sevap değil mi?!
E insanlar da trafiğe çıkmasın bi müddet, en azından memurlar... Çocuklarıyla kardanadam yapsınlar, kestane pişirsinler, dedeler o çook eski meşhur soğukları anlatsın... Aile olsun insanlar bir kaç gün, ne güzel!..

Romantikler karda yürüsün, saçlarına lapa lapa kar yağsın, burunları kıpkırmızı olsun, içleri sıcacık... Uzak memleketlerdeki arkadaşlar aransın, "Heeyy, İstanbul'a kar yağıyor, her yer bembeyaz, karda yürüyorum, şahane!" densin...

F
alan filan...

Ammaaa...


Şartları sadece yazı kaldıran insanlar n'olacak?

Doğal gaz faturalarındaki sayılar basamak çıkıp dururken...
"Hava bari bedava!" dedik durduk bunca zaman; ama artık iklimler bile parayla yaşanıyor be!..

21 Şubat 2009 Cumartesi

Her Şey Alabildiğine Çok... Ben de!...



İyi de kötü de bende...
An gelir idamlık suçlar içlerim, an gelir melaike kesilirim...

Her şey olmaya çalışır insan hayatta... Her işin üstesinden gelmeye... Annemin hep dediği gibi "zanaatın en kötüsü saz çalmak, onu da belleyip karnına katacaksın..." dır...
Kişilikler de öyle...alabildiğince çoğalır... Hangisi sensin karıştırırsın. Kâh yufka yüreklisindir, kâh külhanbeyi... Bazen aynada kendine pisliğin teki gibi bakarsın, bazen inanılmaz saf... Kimi gelenekçinin önde gidenisindir, kimi son derece ılımlı, hümanist...



"Elimden gelen bu ben iki kişiyim
Çoğalmak neyse ne azalmak zor..."

Yine de "iyi ile kötü arasında kocaman bir fark var..."

19 Şubat 2009 Perşembe

Ayakta Uyuyan Düşler...



Çok güzel senaryolar yazsan da...
Her istediğini istediğin rolde oynatamazsın... Başka hikayelerin kahramanlarına göz dikiyorsun belki de...

Kendi senaryolarını castırırken insan, başka bir filmin başrolünü kaçırıyor belki...
Lakin... Nereden bileceksin...

Yöneteceği tek şey kriz oluyor bir gün böyle böyle... "Eşekten düşme"nin çekimleri de en zoru... Gecesi gündüzü yok...

Kurduğum pek çok hayalin, yatacak yeri yok...

17 Şubat 2009 Salı

Rüzgar-şımda...




"uçurtmam bulutlardan yüce..."
bir de rüzgar lehime esse...

3 Şubat 2009 Salı

Bir Hoş Oldu İçim Dişim...


Bugün öğleden sonra dişçiye gittim.

- % 80 dişi çekmemiz lazım. % 15 bi şans var, belki kurtarabiliriz...

Arada kaynayan % 5'in hatırına kurtaralım ya, hadi be!
Kırık ve çürük dişime bi ilaç yapıştırdı. İki gün dursun ağrı yapmazsa kurtarma şansımız var demektir, dedi... Ama ben yarın memlekete gideceğim. N'apacaz şimdi?!!

Şu son bi haftada diş ağrısı dediklerinin ne menem şey olduğunu yakinen tecrübe etmiş oldum. Hele bi gece 3 buçuğa kadar uyuyamadım, vurup yumruğu o dişi indirivermek geldi içimden. O derece yani!!! Ertesi gün de apse yapmasın mı? Diş şişti, çiğne bi şey çiğneyebilirsen... Allahtan bi tavsiyeyle "largopen" aldım da iki-üç günde indirdi, dişçiye de bugün az acıyla gidebildim...

İnsan dilinden çeker ya, dişinden de öyle çekebiliyor işte... Allah kimseye çektirmesin... Benimkini de inşallah...

28 Ocak 2009 Çarşamba

Kar-beyaz Ölüm...



çığ düşüyor insanların üstüne
ölümün yüzü soğuk
ha tonlarca kar
ha bir kalıp çelik...

Saf Hayaller Gump/anyası...



bir gün dönersem geri
temiz bulmak istiyorum evi...


dağınık bıraktım eşyaları... aklım karışık uzun zamandır, odam da çok mu... sokağın sonuna kadar yürüyüp geri dönüyorum, unutmuş gibi bir şeyleri. her yolculuk öncesi binmeden otobüse, "ne alacaktım yanıma sahi..."

imreniyor muyum, kıskanıyor mu, forrest gump'ı...
bir gün aniden koşmaya başlamak... bir gün birden bire yorulmak...
dönecek bir yerin...
kasaba dışında, kuytu, serin...

ama...

buralar soğuk, siyah, çirkin, karanlık...

27 Ocak 2009 Salı

Bayrakta Beyaz da Var!


Kim bu kadar güzel ürünleri tek tek götürmek istemez! (?)


Sevgili Ülkem!

Sen ne kadar münbitsin ki, her şey yetişiyor sen de. Orta kuşakta olman, dört tarafının denizlerle çevrili olması vs. yalnız tarım ürünlerinde çeşitlilik sağlamıyormuş demek. Üzerinde binbir nevi insan var biliyor musun?!
Bir yazarımızın kitap adı gibi söyleyip, korku imparatorluğu hademelerinin cikleti gibi çiğneyip duracak olursak; "bölündük ey halkım, uyuma!"...

Bak şu çeşitliliğe:
- Halkın parasıyla Kürt kanalı açılmaz.
- Devlet Laz kanalı da açmalı, onlar da vergi veriyor.
- Davette içki servisi yoktu.
- Nazım Hikmet müptezelin tekidir, itibar edilmez.
- Hepimiz Ermeniyiz.
- Zaten başımıza ne geldiyse hoşgörümüzden geldi.
- BOP'çu Erdoğan'ın siyasi temizliği.
- Çeteler devleti esir almış.
...

Sorun şu ki ey ülkem, bu ürünlerin rengi yeşil değil; kan kırmızı...
Oysa sevgili ülkem, birbirimize en fazla 76 dakika uzağız be...